Ölmek İstemiyorum, İstemiyorum, İstemiyorum!

Çam kokan güzel bir rüzgâr ile uyandım. Üstüme biraz çiğ düşmüştü. Bu sabah da dün uyandığım yerde uyandım. Yirmi yıldır ailemle birlikte yaşıyordum. Onlar da burada doğup büyümüştü.

Her zaman yaptığım gibi önce sağıma-soluma ve kollarıma baktım. Doğada yaşadığım için sürekli topraktan süzdüğüm yağmur suyunu içmek zorundaydım. Aslında benim için sağlıklıydı ama birazcık demir kokuyordu. Uyurken susamış olacağım. Bayağı bir su içtim.

Kafamı kaldırdım, göğe baktım. Güneş daha yeni doğuyordu. Yüzümü ona döndüm. Derin bir nefes aldım. Doğduğumdan beri babamın dizininin dibindeydim. Benden beş ila on metre uzakta uyuyordu. Daha uyanmamıştı. Gariptir, etrafta dolanan böcekler onu çok rahatsız etmese de beni ediyordu. Bunu onun yaşlılığına verirdim. Tahminimce yaşlı derisi üzerinde gezen karıncaları falan hiç hissetmiyordu bile.

Neyse. Zaten bugünün dünden, yarının ise bugünden çok farkı olmayacaktı. Şöyle bir silkelendim, üzerimdeki tozu toprağı attım. Yaz olduğu için güneş biraz kavuruyordu. Rahatsız olmamı kolaylaştıran en büyük etken ise upuzun boyumdu. Kendi arkadaşlarım Ahmet, Hikmet ve Efe arasında en uzun bendim.

Hepimiz aynı yerde doğup büyümüştük. Ailelerimiz birbirini tanır ve bilirdi. Ahmet ve ailesi, Efe ve Hikmetin ailesinden biraz farklıydı. Aynı yörenin sakinleri olarak bizler genelde birbirimize benziyorduk. Ancak Ahmet’in ve ailesinin göbek delikleri kocamandı ve suratları bizim kara suratlarımızın aksine kıpkızıldı. Belki utanır diye neden böyle olduğunu hiç sormamıştım.

Hikmet ve Efe ise bir başkaydı. Ben yağmurun altında ıslanmayı herkesten çok severdim, onlar ise benden farklı olarak kuşlarla vakit geçirmeyi severlerdi. Ne zaman baksam onlarla oynaşır dururlardı. Babam bana biraz daha büyüdükten sonra kuşların da benimle oynamaya geleceğini söylemişti. Ancak ben istemiyordum. Sevimlilerdi ama çok fazla ciyaklayıp ses çıkarıyorlardı. İstemezdim ki sağıma veya soluma bir üveyik kuşu konsun.

Öyle “şanslıymışım” ki, bunu der demez iki tane üveyik kuşu acele uçup, sanki başka yer yokmuş gibi geip tepeme kondu. İlk başta onları da ürkütmemek için hareket etmedim. Konuştuklarına dikkat kesildim. O kadar hızlı konuşuyorlardı ki kavga mı ediyorlar birbirlerine bir şey mi anlatıyorlar anlamam biraz vakit aldı. Biri ötekine biraz dehşetli bir şekilde kaçıp gitmeleri gerektiğini, daha fazla buralarda yaşamayacaklarını söyledi.

İlk başta dediklerine anlam veremedim. Biri neden yumurtadaki çocuklarını, akrabalarını bırakıp gider ki? Belli ki onları korkutan bir şey olmuştu. Derhal düşünmeyi bırakıp sözlerine dikkat kesildim. Ama dinlemem zorlaşmıştı. Çünkü hayatımda daha önce duymadığım ürkütücü bir ses duydum. Biraz gök gürültülerini şimşekleri andırıyordu. Ama aralıksız devam eden bu ses şiddetini artırarak bize doğru yaklaşıyordu.

Ses şiddetini iyice artırınca üveyik kuşları hızlıca uzaklaştılar. Dönüp babama baktım. Uyanmış, etrafına bakıyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Biraz önce babamın üstünde gezinen böceklere baktım. Kendilerini toprağın üzerine atıp yerin altına saklanma telaşındaydılar.

Ses o kadar artmıştı ki babam bana bir şey söylemeye çalışmak için bağırıyordu ama onu duyamıyordum. Derken babamın ötesinde kocaman, sarı ve sağında solunda yuvarlak siyah parçaları olan bir canavarın belirmesiyle Efe ve Hikmet canavarın altında kaldı. Önce ne olduğunu anlamadım. Arkadaşlarıma bağırdım, ama sesimi duymadılar. Üzerlerindeki kuşlar çoktan uçup gitmişti. Saniyeler içerisinde renkleri solmaya başladı. Kaçamamışlardı.

Bir an bütün ses kesildi. Kulaklarımı sağır eden uğultu kaybolunca babama baktım. Korkudan donup kalmıştı. Hareket dahi edemiyordu. İkimizin de gözü bu koca sarı canavarın üstündeydi.

Çok değişik bir şey oldu. Canavarın sesinin kesilmesiyle canavarın içinden daha önce hiç görmediğim bir yaratık çıktı. Dikkatli bakınca uzun boyumun yarısından da küçük bir yaratık olduğunu fark ettim. Aklıma babamın bana beş yaşındayken yaşadığı bir olayı anlattığı geldi. O daha küçük bir çocukken buna benzer bir yaratık yanına gelmiş, ona küçük bir iğne gibi bir şey batırmış ve o aralar kendini hasta hisseden babam çok kısa zamanda toparlanmıştı.

Ama o hikayedeki yaratık ile bunun davranışları birbirine hiç benzemiyordu. Bunun kafasında sarı bir şapka, üstünde papatya sarısı bir yelek vardı. Çok garipti. Bizim gibi onunda bir canlı olduğuna emindim. Nefes alıp veriyordu. Kolları ve gövdesi vardı. Arkasını döndü, canavarın içinden küçük bir paket çıkardı. Sonra babamın yanına gitti ve gövdesinin dibine oturdu.

Ne yaptığını anlamadım. Paketini açtı ve paketten çıkardığı şeyleri ağzına götürmeye başladı. Rahatlamış gözüküyordu. Fakat ben dehşetle bir ona bir de canavarın altında ezilen arkadaşlarıma bakıyordum. Onları daha az önce, hemen şuracıkta ezerek öldürmüştü. Nasıl bu kadar rahat olabildiğini anlamaya çalışırken babam yaratıkla konuşmaya başladı. “Bize zarar vermeyin”, “lütfen canımızı yakmayın” diyor ve yalvarıyordu. Babamı ilk defa böyle yalvarır görüyordum.

Nedendir bilmiyorum ama yaratık hiç mi hiç babamı duymuyordu. Elindeki paketle işi bitince paketi toprağa fırlatıp cebinden bir çubuk çıkardı, ağzına götürdü ve yaktı. Ateşi görünce dehşete kapıldım. Çünkü bu atalarımızın ve bizim için anlatıla gelmiş en korkulu rüyaydı. Şimdi babamın gövdesinin hemen dibinde bir yaratık oturmuş ucundan duman ve ateş çıkan bir çubuğu ağzına götürüp duruyordu.

Bu işkence son bulsun istiyordum. Babam yaratığın kendisini dinlemediğini anlayınca bana dönüp “sessiz ol, sakın sesini çıkarma” dedi. Bunu der demez yaratık elindeki çubuğu babamın gövdesine bastırıp toprağa attı. Babamın canı yanmış olacak. Onu daha önce hiç öyle görmemiştim. Çığlık attı.

En iyi arkadaşlarımı öldürdü bu yaratık. Ağlıyordum. Neden başımıza böyle bir şey geliyordu? “Niye?” diye kendi kendime soruyordum. Yaratık oturduğu yerden kalktı. Cebinden bir şey çıkarıp babamın gövdesinin etrafına doladı. Suratı şaşırır bir ifade aldı. Sonra “off” diye bir ses çıkardı ve geri çekildi. Tekrar canavarına doğru yürüdü. İçine girdi ve içinden elinde bir şey tutarak çıktı. Bu garip şeyin etrafı kurt dişleri kadar keskindi ama kuş kanadı kadar da inceydi. Korkutucu bir görüntüsü vardı.

Bunun ne olduğunu ve ne işe yaradığını ben anlayamadan yaratık elini bu garip şeye dokundurdu. Anında kötü bir koku ve gürültü havaya yükseldi ve kesildi. Sonra homurdanmaya başlayan yaratık elini bir daha bu garip şeye attı ve bu sefer kurt dişleri büyük bir gürültüyle beraber hareket etmeye başladı. Yaratığın suratında iğrenç bir gülümseme gördüm.

Babama yaklaştı. Elindeki garip şeyi babamın gövdesine sapladı. Gözlerimi kapadım. Babamın çığlık ve bağırışlarıyla birlikte çatırdama sesleri duydum. Babamın gövdesinden fırlayan toz gibi parçacıklar üzerime gelip sağa ve sola saçılıyordu. Babamın son ve canfeda çığlığı ile bu garip şeyden çıkan ses aniden kesildi. Gözlerimi açtım. Babam da aynen Hikmet ve Efe gibi ama onlardan daha ağır bir şekilde toprağa düştü.

Bunun kötü bir rüya olduğunu düşünmek istedim. Kaçmak istedim. Aşağıya baktım. Benim bu yaratığınki gibi ayaklarım yoktu. Ne yürüyebildim ne de koşabildim. Tek suçum burada doğup büyümek miydi?

Tüm bu sorular şimşekler gibi aklımdan geçerken yaratık elini cebine attı ve beyaz bir çubuk çıkarıp yanıma yaklaştı. Yüreğim güm güm atmaya başladı. Benim de sonum diğerleri gibi mi olacaktı? Kendimi bu yaratığın üstüne atmak ve onu ezmek istedim. Yapamadım. Çok gençtim. Ölmek istemiyordum. Yaratık elindeki çubuğu gövdeme dokundurdu ve üzerime bir yuvarlak çizdi.

Arkasını döndü, canavarına yürüdü ve içine girdi ve büyük bir gürültü ile geriye doğru giderek uzaklaştı. Ne yani kurtulmuş muydum? Neden beni de öldürmedi? Yarın yine gelecek miydi? yoksa olacak olanlar bu kadar mıydı? Bitmiş miydi bu işkence?

Her şey çok çabuk oldu. Göz açıp kapayıncaya kadar en sevdiğim arkadaşlarımı ve babamı kaybettim. Ölmek istemiyorum, İstemiyorum, İstemiyorum!

Görsel: Katarzyna Pustiowska-Hanzlik

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir